26 Ağustos 2014 Salı

GERÇEĞİ GERÇEĞİNDE EDİNMEK


                                                            Gerçeği Gerçeğinde Edinmek

            İnsan kulakları çok ama çok şeyler duyar, insan gözleri ise yine aynı şekilde çok ama çok şeyler görür. Ama bütün bu yoğun duymaya ve yoğun görmeye rağmen duyulan da, görülen de aslında kişinin kendi içselliğinin kendi yönlendirilişinde duyulanlar ve görülenlerdir. Yani aslında duyulanlar kişinin kendi duymak istediklerinden başka bir şey değildir. Görülenler de kişinin kendi görmek istediklerinden başka bir şey değildir. Aslında duyulan her şeyin ve elbette görülen her şeyin kendi olgularında kendilerine has anlamları, kendilerine has gerçeklikleri vardır. Bu gerçeklikleri algılamak için içteki gerçek olarak kabul edilen kişisel gerçekliklerin üstüne çıkılabilmesi esastır. Bu bir anlamda kişinin kendi algısı üstüne çıkmasıdır. Bu mantık üstü inancı yaşama edinmektir. Yani Yaratan'a suret olmayı yaşama edinmek. Ancak böylesi bir dışa çıkış için algılarından özgürlük getirecek ve içi dışla buluşturup içi dışa eşitleyecektir. Çünkü olgular ve veriler ancak kendi konumlarında olgular ve verilerdir. Ve kendi konumlarında algılandıklarında, kendi konumlarında duyulduklarında ve kendi konumlarında görüldüklerinde esas işlevlerini yaşamlara sunacaktır.İşte böylesine dünyaya sunulan verileri, sunuldukları ortamlarında kişisel olumlu ya da olumsuz değerlendirmelere tabi tutmadan algılamaya çalışmak ve bunu yaşam enerjisinin temel kaynağı saran Işıkla yapmak esas ruhsallığın başladığı noktadır. Ve kainat sunularını esas ruhsallığın başladığı noktada değerlendirmekse esas fiziğin ötesinde fiziğe hakim olan gerçekliği gerçeğinde edinmeye başlamaktır. 


 İ



11 Nisan 2014 Cuma

SORUMLULUĞA SORUMLULUK

          
                                                     Sorumluluğa Sorumluluk

            Sorumluluk hissi önemli bir histir. Yani herşey bir yana kainat olgusu içinde kişiye verilen sorumluluk aslında kişi için en önemli olan şeydir. Kişi bunu anlasa da anlamasa da aslında yaşam o muhteşem yansımanın bir sonucunda aynadaki görüntünün asıl olmadığı halde aslı taşımasıdır. Yani bir anlamda aslın en yakın ilizyonudur. Ve bu nedenle kişi o muhteşemliğin yansıması olarak sorumluluğunu vücuda endeksli bir biçimde kendi kendini ezel ve ebet çizgisinden ayrılmış olma farkındalığında yerine getirmelidir. Zaten istemese de ve fark etmese de getirmektedir. Sorumluluk ancak sorumluluk alanı içinde sorumluluk olduğu gibi sorumluluk o sorumluluğu taşıma kapasitesi ile de bağlantılı bir gerçekliktir. Her seviyenin algısı aslında algı kapasitesine göredir. Ancak bu kapasite değerlendirildiğinde algı seviyesi bir öteye doğru hareket eder.  Bu kapasitenin yerli yerinde kullanılması aslında kapasitenin kullanılması demektir ki, bu da kendi içinde tamlığı gerektirir.  Yani her tamlığın bir tam olma zamanı vardır. O da an içinde mevcuttur. Yalnız an farkındalık içinde ancak andır. Bu önemlidir. Neden? Çünkü Yaratan'a en yakın suret Efendmiz Mesih İsa'da ifşa olunan "oğulluk" yani "insan-ı kamil'in doruğu" suret vazifesi dahi "o an hakkında bilgi sahibi değildir". Bunun yegane sebebi yansımanın şekle tabi olması gerçeğindedir. Çünkü orada Yaratan ve yaratılan arasında bir ayrışma söz konusudur. Ve ezel ve ebet çizgisi kesilmiştir. İşte bu çizgi kesikliğinde eğer kişi bu çizginin içini tam dolduramazsa yani çizginin olması gereken noktasından önce hareket eder ya da hareket edilmesi icap eden noktasında durursa işte o noktada kişi "suret vasfını" ve dolayısı ile "kahin" sıfatını kaybeder. Yani burada iki uç noktada kendini gösterme gibi bir gaflete kapılmış olur ki, Levililer bölümündeki Harun'un oğullarının bir Yaratan'ın ateşi dışında ateş sunmaları bu hükümdendir. Yani henüz hareket etmeleri gerekmediği bir noktada sorumluluklarını sorgusuzca kullanıp hareke etmişlerdir. Diğer tarafta yine yazılara bakacak olursak Elçilerin İşlerinde anlatıldığı gibi Hananya ve Safira ise hareket etmeleri gereken yerde hareket etmeyerek bulundukları noktada sorumluluklarını bir türlü yerine getirememişler ve kendi benlikleri içinde yine benliklerinden bir ateş kullanarak ruhsal ölümün karanlıklarında kaybolup gitmişlerdir. Kısaca konuyu yeniden özetlemek gerekirse sorumluluğa sorumlulukta daima  iki uç kendini göstermekte ve bunlardan daima uzak durulması gerekmektedir. Bunlardan bir tanesi" bulunulan noktanın henüz hakkım olup olmadığı sorgulamasından geçirilmeden hakkım olduğuna benliğin kanaat getirmesidir". Yukarıda da örneğini verdiğimiz gibi burada tamamen bir "ön hareketlilik" hali vardır. Yani esas olan "anında müdahale" kabili  yaşama yaklaşım yoktur. Bu hareketlilik olması gerekenden önce bir hareketliliktir, niyet iyidir. Fakat "olma sanısı farkında olma sanısı ile birleşerek" içinde henüz olmam ve farkında olmamayı getirmektedir. Ve bulunulması gereken noktada henüz bulunulmadan., bulunulacak o noktanın adımı atılır. Evet, elbette bulunulan nokta, bulunulması gereken noktadır. Ama bir sonraki nokta ancak bu noktanın kapasitesinin, hakkının tam verilmesi sonrasındaki noktadır. Ve elbette bulunulması gereken her bir noktada bir lütuf ve bu lütfu karşılayanda muhakkak bir hak vardır. Fakat sistem içinde aşikar görüldüğü gibi Yaratan'la form eşitliğini "hak saymama" kavramı aslında "bereketi" yere çekendir.  Zaten Mesih seviyesini de en doruğa çeken algı ve hareket budur. Çünkü bu konumda "hak sahibi olmak" aslında olmadığının farkında olmayı algılamaktadır. Ancak bu durumda "hak sahipliği" bir değerdir. Olmaması farkındalığında olması arzusu ve olmayanı edinme için hak edecek bir hareketlilik hali ve bu hal  ancak kişinin elindekinin değerini maddenin sınırlı algısında bize göstermiş olacaktır. Ama bu durum yaşanmalıdır ki, hak iddiası kendi yerini tam yerinde bulabilsin. Ve böylelikle bunu hak edecek bir şeyde yerine getirilmiş olacaktır. Aksi takdirde adım gelmeden önce farkında olmadan adım atma ruhsal ölüme nedendir. Bu adeta bir  başka anın ateşi ile anı ateşlemektir. Bir diğer tarafta ise kişinin kainat içine bulunduğu noktada kendine hiç bir pay, hiç bir hak görmemesi, görememesidir. Bu hiçlikte hiç olmak anlamında değildir. Bu aslında kainatta bulunan noktanın ışımasını, hazzını yitirmiş olma, hareketsizliği kendine yaşam edinme halidir. Burada kul kendini ezik görmeyi adeta kutsallık addetmekte fakat işin aslında sorumluluğu kendinden başka herkese yüklemekte ve "benlik için alma arzusunda" kendini kendine kitlemektedir. Ve bu hal içinde  hatta daha ileri gidip yaşamda, verilende hiç  bir hakkın olmadığını iddia etmektir .İşte bu noktada yani böyle bir söylemin ortasında tamamen kişi kendini bulunduğu noktanın içinde, ama bulunduğu noktanın dışına iter. Yani bu durumda adeta tamamen bir durma noktası söz konusudur. Bu durma da aslında yine bir ön hareketlilik halidir ama bu kez durmaya hareketlilik halidir, durulması gereken noktadan önce durulmasıdır. Yani bir tarafta hareket edilmesinden önce hareket, kişinin kainat içindeki suret sorumluluğunu riske atar, bir diğer tarafta da durulması gereken noktadan önce kişinin durması yine kişinin kainat içindeki suret sorumluluğunu riske atar. Her iki durumda aslında bir diğerinin adeta tam zıttı olmakla birlikte her iki durumunda getirdiği sonuç ne yazık ki aynı sonuçtur. Bu elbette sorumlulukta bir ölüm anlamına gelmektedir. O zaman üstün bedende açılması elbette düşünülemez ve o zaman insan sadece yaratılmışlığı içinde sadece doğal insan haliyle yani bedenden doğan hükmünde bir yaşam sürdürüp duracaktır. Çünkü bir an önce hareket ya da bir an önce durma her ikisinde de bir "hak etme" sorunu ortaya çıkarmaktadır. Örneğin; kurtuluş için "hak edilecek" bir husus vardır. Bu kişinin "kendi beni için alma arzusu" gerçeğidir. Şimdi bu hususta bu kişinin "farkındalık" içinde olması esastır. Yani kişi "farkındalıkla" ve sonra bu durumundan dönmesi yani kararlı bir biçimde "dönüşüme" kendini teslim etmesi ve yine aynı kararlılıkla üstü alta çekmesi "hükümranlığı" her güne edinmesi ile ve dolayısı ile Mesih'i giyinip gönenmesi, yaşama edinmesi ile bunu "hak edecek" bir hareketlilik haline girmelidir. Bütün bunlarda hem hareket etmesi gereken yerde hareket etmekte hem de durulması gereken yerde durmaktadır. Yani ışığı alırken belli bir durdurma ile kendi benliği üzerine ışığı vurdurmakta ve oluşturduğu kap ile de o ışığı olabildiğince kendisine indirgemektedir. Karşılıksız lütuf zaten böylesi bir ışığın sunulmasıdır. Bu Ruh'ta uyandırış ve Mesih'te bir Mesih gönlü olması ile zaten hazırlanmış bir sunudur.Ama bu sununun tam anlamı ile yaşamı "bol yaşama" dönüşmesi için doğal olarak bu "bol yaşam" hak edilebilecek bir hale gelmelidir. Kurtuluş işlerle değildir ama işler kurtuluş içinde yerli yerinde devamlılıkla Mesih'in önderliğinde bizleri "suret sorumluğunu" sürekli hale getirecek olmazsa olmazlardır. Bunun için yapılması gereken en önemli mesele kendi köprü vazifemizin bilincinde olunmasıdır. Bu köprü vazifesinde aslında normal bir köprünün kendi üzerinde taşıyabileceği taşıtlar için bir kapasitesi vardır. Esas mesele öncelikle bu kapasiteyi yerli yerinde kullanabilmektir. Bunun için köprü her zaman bakım içinde bir döngüye teslimdir. Çünkü kapasite kaldırma gücü bir direnç demektir. Nüfus artması ve taşıtların çoğalması eğer kapasite hazır değilse sonunda köprüyü göçertecek bir olgudur. O zaman burada durup düşünmek gerekmektedir. Bizler Mesih'te edindiğimiz mana yolu seviyesinde Yaratan'a ilerlerken ışığımızın sürekliliği için her şeyden önce şu an içinde bulunduğumuz kapasiteyi tam anlamı ile kaldırır bir pozisyonda olmamız esastır. Bunun için tam randıman elimizdeki bütün verileri ve elimizdeki bütün sonuçları bir arada kapasitemizin en üst noktasına ulaşıncaya dek kullanmamız esas olmalıdır. Stres nedir? Stres işte bu kapasitenin farkında olmaksızın köprünün taşıma gücünü zorlayıp durmaktır. Ve bu noktada kapasitenin kaldırmadığını fark etmek ve bu veriye göre kapasiteyi geliştirme çabası yerine aynı kapasite de çıta yükseltmeye çalışırız. İşte bu çıta yükseltmek aslında kendi içinde bizim ateşi bir başka yerden bize taşımamız demektir ki, bu da ölümdür. O nedenle bir tarafta kendi yaşam sorumluluğumuz bir tarafta bizden çıkan her tür yaşam enerjisinin etrafa saçtığı olumlu ya da olumsuz ışınların etkisi aslında bunların tamamı bizim kendi sorumluluğumuzdur. O zaman bizler bu sorumluluklardan ya da çevremizde olumsuzluklarını gördüğümüz bir çok olaydan kendimizi sorumlu tutmadan çıkmamız mümkün değildir. Herkes bulunduğu konum ve bulunduğu kapasite içinde önce kendi sorumluluğunu yerli yerinde değerlendirmeyi bilmek zorundadır. Bu yaşam teknolojisi Yaratan'a benzeme Mesih'i Ruh'ta ifşa etme teknolojisidir. Çünkü böylesi bir mesuliyet algı ve anlayışında eldeki her değer değerdir. Bana verilen verilendir. Sorulması gereken soru bana verileni ben gerçekten hak ediyor muyum? Yani verilen sunudur, lütuftur. Yaratan'da Mesih bir lütuftur, sunudur. Mesih'te Ruh'un rehberliğinde kurtuluş bir lütuftur, sunudur. Peki, ben bu lütfu gerçekten hak ediyor muyum? Mesih İsa'da bizlere sunulan diriliş gerçekten muhteşem bir geçiştir. Yani sorumluluğu yerli yerinde değerlendirilmesine mani olacak "bu lütfu hak ettim zaten" ile "bu lütfu hak etmiyorum" şeklinde iki uç soruyu soran bedenden doğmayı terk etmek ve ruhtan doğmaya yeniden doğmak, yeniden dirilmektir.

1 Şubat 2014 Cumartesi

EKSİKLİĞİN GÜCÜ

                                                                   Eksikliğin Gücü

            Çoğu zaman güç daima tamlık kavramının ardındadır. Tamlık aslında varlık demektir. Varlıksa aslında tamlıkta algılanır. Ama sorun tamlığın ölçütleri sorunudur. Çünkü tamlık algıya göredir. Algı ise kendi içine kilitlidir. Kendi içine kilitli algının sınırları ise sınırsızlık bilincini yitirmiştir. Sınırsızlık bilinci olmayan algıda tamlık kilitlendiği alanın sınırları kadardır. O zaman bu alan aslında kendi içinde darlıktır. Ve darlık, kendi boyutunda bir tamlık algısı oluşturur. O zaman tamlık kime göre ve neye göre tamlıktır. Ve kime göre ve neye göre güçtür. Aslında bu dar alanda varlık algısı yokluğa farkındalıktır. Yokluğa farkındalık ise aslında zayıflıktır. O zaman güç ve tamlık darlıkta açılan varlıkta yokluğa işarettir. Çünkü enerjisini darlığın kendi içindeki ışık yansımasından alır. Bu yansıma ise kaynağın çok uzağında bir yansımadır. Ve yansıma bir diğer ifadeyle sanma ve hatta aldanmadır. O zaman güç sahibi aslında güçsüzlüğün sahibidir. Görünürde güç göründüğü kadardır. Ama güç görünmeyende esastır. O zaman sınırlı alanda güç ve tamlık tarifi her zaman eksikliktir. Bunun nedeni Işığın bereketidir. Işık maddenin algısını kaldıramayacak kadar tarifsiz bir varlıktır. Tarifsizlikte tarif edilen ve suretsizlikte suret edinen bu muhteşem enerji her durumda güç ve tamlıktır. Sınırlıda güç ve tamlık ise sınırsızda güçsüzlük ve eksikliktir. Ve maddeden önce ve manadan önce aslında hep Işık vardır. Muhteşem yaratılmışı Yaratan, yaratıcılığı başından harekete geçiren o ilk neden öncesindeki nedensizlikteki hareket ettirici Işıktır. Işık her ne kadar haz ise de haz sonsuzluğun içinden geçen hüzmesiyle sonluda güçsüzlük ve eksiklik oluşturur. Bunun en büyük amacı, Işığın içinde taşıdığı sebep olmayı içine alıp, sebebi sebep oluşturan sonuca süreç oluşturacak bir yer, bir kap oluşturulmasına neden olmaktır. Bu nedenle güçsüzlük ve eksiklik ortaya çıkar. Çünkü Işığın nedeni vardır. Işık dolduracağı kap arar ve bu ızdıraptır. Işığın önünde sınırsızlık vardır. Ve sınırlı olan yanar. Bu kaos oluşumudur. Kaos, karmaşa, sorun arzu oluşturmak içindir. Arzu haz arayışıdır. Haz arayışı gayreti uyandırır. Gayret Işığa kap oluşturur. Neden ışıktadır. Işık eğer şifaya neden olmak istiyorsa hastalık oradadır. Ve hastalık hastalığı taşıyabilecek olandadır. Bu durum eksiklik durumudur. Ve şimdi kaos ortadadır. Ve gayret başlar, arayış başlar. Şifa ordadır. İyi ya da kötü aslında iyi içindir. Kötü eğilim yaratılır, kötü yaratılır, ama iyi hep oradadır. Çünkü iyi iyi değildir. Kötü ve iyi iyidir. Ama güçlük ve tamlık maddi algıda kendi içindeki iyidedir. Ya da kendi içinde kötüdedir. Oysa iyi ve kötü iyide ise eksiklik ve eksikliğin gücü vardır. Ve bu herkesin algılayabileceği bir kolaylıkta değildir. Çünkü meyil ve alışkanlık sonuç olmayadır. Bu yukarıda yaratılmış ve aşağıya kırılmış olmanın sorunudur. Parçada meyil sonuç olmayadır. O zaman sebep olma yukarıda yaratılmışlıktır. Ve zaten insanlığın yükselişi o yönedir ama kolay değildir. İniş ve çıkışlı olmak kaydıyla yukarıya boşluğa, sonsuza bir merdiven koymaktır. Bütün bunların ışığında o zaman eksiklik aslında güçtür. Güçsüzlük aslında tamlıktır. Çünkü eksiklik ve güçsüzlük yukarıda olan gücü ve tamlığı deneyimlemek için kırılmadır. Bu insanın yukarıda yaratıldığı noktada kırılmış olması değil, kırılmış insanın ruhta kırılmasıyla yukarıya yaratılmasıdır. Bu tamlığın en üst noktasını aşağıya çekme ve gücün en üstünü edinmedir ki, Mesih seslenişi gereçekleşir "Lütfum sana yeter" işte bu nokta da "gücüm güçsüzlükte tamamlanır"-2.Kor.12:9

15 Ocak 2014 Çarşamba

SONLUYU SONSUZLA ÖPMEK

                                                      Sonluyu Sonsuzla Öpmek
        Doğruluk, kainatı gerek madde, gerekse mana olgularında yerli yerinde algılayıp bu algı içindeki bütünde yerini bilerek yaşayabilmektir. Ve elbette böylesi bir yaşam modelinde özellikle meshedilmişlik seviyesini giyinmişliğin getirdiği üstü alttan ayırt edebilme yetisi ve yetkisi içinde sürekli yükselişin ediniminde bir yaşam sürmek esas olmalıdır. Böylesi bir edinim içinde önce formdaki mananın tespiti, formdaki mananın edinimi ve elbette formdaki mananın özüne yolculuk esas olmalıdır. Ve bu yolculuk günün bütün mana üstatlarının yolculuğundan üstün olmadıkça doğruluğun üstün, altta açılımı şeklinde bir doğruluk olmayacağı da kesindir. O zaman bu ne demektir? Bu her birimizin önce, mana ilmi ile karşılaşmış olma durumu içinde, bütünde kendini ifşa eden yüceler Yücesinin bilincini, o en üst düzeyde mirasçılığını, bize indirgediği Mesih düzeylerinde edinmek demektir ve sonrada dünya dediğimiz o parçalanmış Yaratan ışımalarının tek tek, ayrı ayrı yaydıkları ışıkların bizdeki manevi karşılıklarıyla buluşmalarına yol açmaktır. İşte böylesi bir üste yolculukta, altın bütün verileri, yani toprak seviyesi dediğimiz maddenin bütün verileri, üstün yani evreni evren kılan ve hiçlik içinde hiç-varlık olan yansımasındaki bütünün verilerine doğru bizi iten, manevi itiş gücü olarak rol almış olacaktır. Bu bağlamda o üst ve ilahi hikmetin varlığı yeryüzünde bir öpüşle aşağıdan verileni elbette yukarıdaki ile birleştirerek aşağıyı da büyük bir ışık çemberiyle kuşatmış olacak ve bu kuşatma da doğal olarak hadsiz yeni yaratılmışlıkları, yeni doğaları bize taşımış, yani bizi bereketlemiş olacaktır. İşte bu noktada “artık biliyorum ki Yaratan bütün yaratanların üstündedir”-Çık.18:11 ifadesi kendisini tamamen açacaktır. Çünkü her tür yaratan sıfatını kendine yakıştıran yaratanlar ancak yaratılmışlığın sınırlılığında yaratanlardır. Oysa bütünü kapsayan Yaratan ise yani Yüceler Yücesi O'lan ise sınırsızlık ve dolayısı ile sonsuzluk kapsamında Yaratandır. Ve bu bağlamda bu muhteşem Yaratan, yaratılmış bütün ikili karşıtların üstünde, üç boyutlu muhteşem ışımadaki tekliğin bütüne olan hakimiyetindeki enerjinin muhteşem akışında muhteşemi ifşa edendir. Ve bütün bunların insanlığa açılmasında, hep manevi yükselişin etrafında çevrelenen halkaların alt seviyenin alçaklıklarında yaptıkları varoluş etütlerinin verileri ile karşılaşma ve bu verileri kucaklayıp öpme önemlidir. Bu aslında olması gerekendir. Yani bu bir anlamda veride varlığı, varlıkta ise aslında mantık üstünü algılama anlamında hiçliği-bu anlamda yokluğu, karşılıklı öpüşlerde değerlendirmek anlamındadır. Bu durumu kendi açılımında ve kendi içselliğe ifşasının ifade buluşunda değerlendirmektir. Böylesi bir değerlendirme ise, bize “on” ayrı ifşayı gerçekleştirecektir. Her ayrı ifşa bir kitap, bir öykü, bir anlatım, bir derinlik kısacası ayrı bir dünyadır. Ve “on ayrı dünyanın” on pencere halinde bizde açılması, altın sınırlı hikmetini üstün sınırsız hikmeti ile bir araya getirip üstün hikmetinin altın hikmetini kucaklamasındadır. Ve bu kucaklama ancak yükseliş önündedir ve bu kucaklama ancak aşılması gereken seviyelerin aşılmasında sınırlılığın aşındırılmasındadır. Sınırlanmış sınırlılık olguları aşıldıkça aslında yükseklik birden bire yakınında olunulan bir yüksekliktir. İşte orada dünya hikmetini üstün hikmetininde bir kez daha dinlemek ve aslında altın hikmetinin yargının kaldırılmasının hikmeti olarak görebilmek demektir. Çünkü bu görebilmede sesleri sadece duyabilmek yoktur. Bu görebilmede sesleri okuyabilme vardır ki, bize on sayısı açılır. Bu nurdur. On parmak misali on bir anlamda fizikte tamlığın sağlanışıdır ki, bu tamlıkta ruhun tamlığı sağlanır ve ruhun tamlığında hem teori hem de pratik vardır. Onun beşi teori ve beşi pratiktir. Onun beşi sağ yani merhamet, beşi sol yani yargıdır. Ve onlar ancak yükselişte açılacağına göre bu dengedir. Ve kutsallıktır. Ve Yaratan kutsaldır. “kutsal olun” buyruğu ise yaratılan içindir. Sağ ve sol ve denge elbette yaratılan içindir. Yaratılan için sonsuzluk sonluluk içinde sonluyu sonsuzla öpmektir. 

11 Ocak 2014 Cumartesi

YAŞANMAYAN YAŞAMLAR


                                                               Yaşanmayan yaşamlar

            Şüpheler varlığın, var oluşun bir anlamda kaçınılmaz negatifleridir. Varlığımızın bütün kabukları, bütün ilizyonları ve dolayısı ile bu kabuklar ve ilizyonlar üzerinde sürekli ürettiklerimiz ve üretmeye devam ettiğimiz kabuklarımız ve ilizyonlarımız bizi daha da ziyadesiyle şüpheler denizine doğru taşıyıp durmaktadır. Ve şüphelerin varlığında hayat dünü yarına, yarını yeniden bugüne taşıyıp devşirip dururken arada kaybolan gün ve dolayısı ile yaşanmayan yaşamlar vardır. Yaşanmayan yaşamlar, aslında yaşanıyor sanısı içinde bir başka karmaşa bir başka kargaşayı da beraberinde getirir. Artık böylesi bir yaşam algısı içinde algılayan da algılanan da sadece hayaldir. Beklenilen ve beklendiği sanılan da bir hayaldir. Ve hayal bizi sadece gölgelerin peşinde koşmaktan öteye taşıyamadığı gibi, gölgeleri de elde edemeyişin getirdiği karamsarlık içinde haz alma ile almama arasında değerlendirmeye çalıştığımız düşüncelerimizde, haz alıyormuş gibi davranmanın getirdiği iki yüzlülük içinde, bizi seçimler arasında hareketsizlik haline taşır durur. İşte o hareketsizlik hali çoğu zaman bizim tamamen donma ve durma halimizdir ki, orada kendi kaosumuzun döngüsünde döner durur ve hatta bazı zamanlar kendi rutinimiz içinde dahi hareketsiz olduğumuz kanısına varırız. Oysa bazen korkularımızın, kaygılarımızın, kuşkularımızın ve dolayısı ile bunların bağlı bulunduğu binler olumsuz bakış açılarının bizi taşıdığı şüpheler denizi kıyısındaki halimiz bize yaşamın esas bu noktada başladığını kanıtlarcasına düşünmeden bizi hareket ettiren olacak tek itiş gücü olarak orada durup durmaktadır. Ve zaten bütün bu olumsuzlukların aslında üstün verisi görüldüğünde ve yerli yerinde karşıtlarıyla birlikte algılandığında hep yaşamımızda önemli itiş gücü oluşturan, enerjimize enerji katan önemli yerleri ve değerleri vardır. Yeter ki, bizler bütün bu bakış açılarımızın, kabuk ve ilizyonlarımızın ve bütün yanılsamalarımızın temelindeki esas tohum aşamasına inebilmiş olalım. Daha doğrusu bütün bu olumsuzlukları yaşamımız üzerine yönetici, hakim kılan o kök problemi görebilelim. Bu elbette çoğu kişi için kendi rutin yaşamının baş döndürücü hali içinde oldukça zor bir durumdur. Aslında o kök problem ne yazık ki, "yarın" kavramıdır. Çünkü korku, kaygı, kuşku ve dolayısı ile şüpheler hep yarının bilinmesi arzusunda bizim karşımıza dikilen ve yaşamı bize bir iğneli fıçı haline getiren tek esaslı kök problemdir. Maalesef bu gerçek hepimi için geçerli adeta bir olmazsa olmaz problemdir. Bu nedenle Efendimiz Mesih "bırakın yarının kaygısını yarın çeksin" demektedir.. Bu problemde aslında kainatın bütününün üzerimizde verilerini görmenin ortadan kalkması esası vardır. Çünkü gün aslında elimize verilmiş bir değer ve hem de içinde kainat potansiyalini ve verilerini taşıyan bir değerdir. Bu nedenle Mesih İsa'nın "gündelik ekmeğimizi ver" şeklindeki yönlendirişi çok önemli bir yönlendiriştir. Çünkü bu değer biz de herşeyde olduğu gibi "kaybetme korku, kaygı ve kuşkusu içinde" değerlendirilme kaydına geçer ve dolayısı ile böylesi bir negatif gün değerlendirmesinde bırakın günü evrensel verileriyle algılamayı, günün bir değer olduğunu bile algılamada bir aciz olma vardır. Ve böylesine bir acziyet içinde ise devreye dün ve dolayısı ile henüz gelmemiş ve işlenmemiş yarının işleyişi devreye girer. İşte insan şüphelerinin temeli de burada atılmış olur. Artık bu insan dünü yarında ve yarını bugünde ajandalayarak yaşamaya başlar ve artık gün bitmiştir. "Gün içinde manna yani gökten verilen ekmek" toplaması gerçeği ortadan kalkmış, dolayısı ile "üst akla tutunma" iptal edilmiştir. Böylesi bir yalnızlık ortamı sadece şüphelerin çevirdiği bir ortamdır. Günün değer ve verileri, var oluş gerçeğinde bizim hayrımıza dünü ve yarını bugüne sığdırmama gerçeğindedir. Çünkü aslında bilinmezlik bilinirliğin hayrına bilinmezliktir. Bu nedenle biz esasında bugünü keşfettiğimizde ve bugünün değerini bilerek verilerini "göksel ekmeğini" topladığımızda dünün ıslahında yarının bereketliliğinin temelini oluşturmuş oluruz. O zaman şüpheler denizinin yarılması gerçeği ve kuru toprakta yaratılmışlık esasında toprak olma özelliğinde  yürüyen bir insan karşımıza çıkar. Burada böylesi bir adımı atma ancak yukarıda bahsettiğimiz büyük resimde önümüze gelen küçük resim gerçeğini olduğu gibi görüp, cesurca durum farkındalığında harekete geçme bilinci ile söz konusudur. Biz büyük resmi biliyoruz dediğimiz anda dün ve yarını bugüne yani mevcut gerçekliğe taşıdığımızda ise takılıp kalmaya da yol açmış oluruz. Oysa yaşamı yaşamak bugünün değerinde ve verilerindedir. Ve unutulmaması gereken bilgisayara girilen verilerin hep bilgisayarı sınırlandırması örneğidir. 

18 Aralık 2013 Çarşamba

BAĞ KUTUSU

                                                                    Bağ Kutusu
                 İnsan düşüncesi çoğu zaman kendi yapısı içinde oldukça büyük bir kutulama sistemine sahiptir. Yani dışarıdan gelen her türlü veri adeta otomatik olarak düşünce yapımız içindeki dosyalama sistemlerine dağılırken oldukça daraltılır ve üstüne üstlük o veriye en yakın olduğu düşünülen kutu içine adeta sürüklenir. İşte böylelikle düşünce yapımızdan başlamak kaydı ile bir anlamda yer yüzündeki bütün anlayışımız, algımız hep kendimiz içinde kategorize edilmiş hallerde değerlendirmelere tabidir. Yani bir anlamda bizler kutular içinde, kutulara göre tayin edilmiş algı ve sınırlar içinde yaşamaya kendimizi mahkum eder dururuz. İşin kötüsü böyle bir mahkumiyetten nasıl kurtulacağımızı ve dahi kurtulmuş olsak bile böylesi bir kutu dışı durumda nasıl bir yaşam sürebileceğimizi bir türlü bilemeyiz. İşte böylesi bir umutsuz algı içinde de doğal olarak kendimizi tam bir teslimiyetle kutularımıza daha da çok dahil etmek suretiyle, yaşadığımız ilizyonunda var olmuş bir yaşama teslim ederiz. Aslında yaşam içinde yaşadığımızı sandığımız bu alan dar alanımızdır. Kutular kaçınılmazdır. Ama kutuların bağları ile bağlanmak sadece alta göre yaşamı değerlendirmektir. Oysa kutuların içindeki mevcut bağların üstünde kutulara hükmederek ve hatta kutuların varlıklarını inkar edememe gerçeğinde kutuları kurtuluş bilincini oluşturmakta bir araç, bir merdiven olarak kullanabilmek mümkündür. Bunun için potansiyalin farkındalığı esastır. Yani evet, yaratılmış sistem her şeyi kategorize ederek algılamamıza yol vermiştir. O zaman bu algı yolu bir yol olarak kullanılmak içindir. Bu yol içine girip tıkılıp kalmak ya da bize sunulan her veriyi o kutu içinde dönüştürüp değiştirerek kutunun içindeki bağlara entegre bir hale getirmek değildir. İşte bu noktada kutu içinde işlemesi gereken potansiyal ancak aksiyon ile, yani kutunun daha içinde aksiyona, bir anlamda “yürü ve konuş” kavramına dönüşene dek uğraşmak esas olmalıdır. Yani niyet, arzu ve uygulama arasında bir boşluk bırakılmaksızın her iki tarafında ahenk içinde niyet ve uygulama sıralamasında düzenli işlemesi gerekmektedir. Çünkü ancak böylesi bir işle, kutuların içlerini bir anlamda kaplar misali ya da kabı ışığa çevirme misali, bu kez potansiyalde kutuyu ışığa çevirebilecektir. Ve dolayısı ile bu durum, kutucuk düşünce ve algı sistemlerinde ışımalara yol açacak ve bu ışımalar potansiyal ve aksiyonu yaşam mucizelerine çevirecektir. Bu kavramda “yürü ve konuş” esasında ilerleme ve düşünme fonksiyonları sürekli asıl ve suret, kaynak ve ışıma, güneş ve ay modelinde bir birlikte hareket bütünlüğünü de bize sunmuş olmaktadır. Bu denizleri aşmadan ya da dağları denize yürütmeden önce, atılması gereken esas adım olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani biz öncelikle kendi dar alanımızda yani kutumuzda bağlardan kurtulmayı öğrenmemiz gerekmektedir. Bu da kutunun içine her ne kadar insan evladı olarak girmiş isek o kutu içinde oturup düşündüğümüzde aslında üstten alta açılmış kaplar ve algılar olmamız hasebiyle aslında Yaratan evladı olarak yaratılmışlığımızın gerçeğini o kutu içinde düşünüp edinmemiz kaçınılmaz olmalıdır. Çünkü bir noktada kutu içindeki bağlar insan evladını bağlayabilen bağlardır. Çünkü eğilim maddeye olan maddi yapı içinde yer alan ve dar bakış açısında kendi emniyeti içinde algılarını işleten insan için bağlar bağdır. Ama eğilimini manaya daha doğrusu yaşam ağacına doğru çekmeyi başarabilen ve meshedilmişi kendi içinde kendi sınırlarında da mesh ederek kendine Mesih seviyesi algısı olarak bir kurtuluş bilinci oluşturan kişi için ise yani daha doğrusu bu farkındalıkta olmayı yakalamış olan bir Yaratan evladı içinse bu kutu içindeki bağlar özgürlüğe nedendir. Yeter ki, yaşamı ilizyonundan esasına çevirmede yaşamımızı halı hazırda terörize eden bütün ağaç, taş ya da benzeri engelleri sadece oldukları halleriyle görebilmeyi becerebilelim. İşte böylesi bir ayıklama ve seçebilme becerisinde aslında yalnızlık benzeri her bir olumsuz hal ve durum dahi olumsuz hal ve durum olmaktan çıkarak bize esaslı birer yaşam aracı olacaklardır. Burada eğer iyi gitmeyen herhangi bir şey varsa aslında bu kainatın bana işaretidir. Adeta yaşam ödevimde eksiklerin olması gibidir. İyi ödev yapan kişi kutu bağlarında takılıp kalmadığı için iyi gitmeyeni de dönüştürüp değiştiren kişidir. 

14 Aralık 2013 Cumartesi

DOĞUŞ IŞIKLARI

                                                              Doğuş Işıkları

                      Doğuşla başlar yaşam, doğuşladır yeni, doğuşladır her bir gün başlangıcı ve ışıkları. Kısacası doğuş başlangıçtır. Doğuş yenidir, doğuş yeni hayattır. Ama en önemlisi doğuş bilinmeyenin bilinene açılması, bilinenin bir anlamda bilinmeyenle kucaklaşmasıdır. Kısacası o nokta iç içe geçmişliğin, için dışa dışın içe açılması ve muhteşemliklerin güne, günün muhteşemliklere ifşasıdır. Böyle bir bağlamda doğuşla başlayan her şey, kendini yenilemeye her şey, eskiyi geride bırakmaya ve hatta tamamen unutmaya meylini gösterir. Böylesi bir ileri ilerleyişte, eski ile yeni arasındaki döngüye ve bu döngüdeki dengeye büyük bir enerji yüklenmektedir. Bu enerji hayat enerjisidir. Ve hayat bilinmeyenin bilinmesine, bildirilmeyenin bildirilmesinedir. Bu enerji hayatın ta kendisinde "hay" dediğimiz "diri" gerçekliktedir. O zaman doğuş böylesi bir dengeye öylesi bir döngüdür. Ve "hiç" dediğimiz noktadan spiral halkalar halinde o muhteşem doluluğun boşluk algısında, zerreden de zerre olan bize ve bizim içimizdeki spiral açılımlarla bizden geçerek sonsuza dek yola koyulur. Ve "hep" dediğimiz noktada yolunu bulur. Yol sadece yoldur. Yol sonsuzluktur. O zaman sonsuzlukta son olmadığına göre, son doğuşun tekrar ve tekrar döngüsünde sonsuza doğuştur ve bu döngüde döngü hep dengede olduğu için bu son hiç yoktur. Sonsuzluk aslında "hiçle heptir" ve heple hiçin birlikteliğinde açılan o yüceliktir. Yücelik ise doğuşun katmanlarla içeriğidir. Yani hep iç içe geçmiş doğuş, döngü ve dengelerde, madde ve mana arasındaki gidip gelmelerde kainat görkeminin işleyişi ve işlevidir. Yaratan düşüncenin ışıklarında Yaratan işlevin işlemesidir. Böylesi bir işleyişte aslında böyle bir doğuş zerre varlıkta yokluktur. Ve yokluksa aslında varlıkta içeriktir. Çünkü yok ne vardır ne yoktur. O zaman doğuş yokluğadır. Ya da doğuş yoktur. Oysa var olan gerçeklerde ışımalar doğuşa ışımalardır. Yani varlık ve yokluk, hiçlik ve heplik aslında "Hiç Varlıkta" doğuşta vardır. Yani doğuş bir anlamda döngü ve dengede farkındalıktır. Her seviyede doğuş yokluğa döndüğünde varlık yeni bir seviyede döngüyü dengeye davet eder. Bu noktada açık olan şey şudur; son yoktur ve dolayısıyla ilk yoktur. İlk ve son sonsuzlukta sadece sonu algılayana ilk ve sondur. Ve bu nedenle ilk O'dur, son O'dur. O ise aslında suretsizlikte "O" denilen ve diyende şekillenendir. Oysa şekil yoktur. Çünkü düşüncedeki enerji kıvılcımları suretsizdir. O zaman yaşam suretsizlikte surettir. Sureti kendinden bürüyen ise suretsizliği kaybetmiştir. Ve suretsizlikte suretsizliğe doğan maddede aldığı surette amacı boğandır. Bu nedenle "Söz" vardır. Ve söz bu suretsizliği surete doğuşta yeniden suretsizliğe doğuşla asla taşıyandır. O zaman doğuş doğuşla seviyede kilitlenmeye yolu açan sonsuza bir doğuştur. Böylesi bir suretsizlikte suret aslına dönüşüp değişmekte aslında yola koyulmuşluktur. O nedenle yol açılmış ve yol yine sonsuza yol olmuştur. O zaman doğuş ışıkları hayata hayat, yola yol ve ilizyona sondur. İlizyon son bulduğunda gerçek sonsuzluktur. Bu elbette doğuşta yeni hayattır. Yeni hayat sonluluğun sonsuzluğa teslimiyetidir. Bu teslimiyette döngü ve denge vardır. Bu döngü ve dengeyi algıda hayat çizgisi sonsuzlukta bir noktadır. Ve noktanın elbette bir çeperi vardır. Kendince bir başı ve bir sonu oysa nokta oraya doğmuştur. Yani doğmuşluk içinde doğmuşlukta aslında sadece çeperi kadar bir olgudadır. Ve doğuşlar döngülerinde dizildiklerinde çeperlerin temasında artık bütün vardır ve bütünde çizgi olmuştur ve çizgide başlangıç ve son artık değerini yitirmiştir. O zaman doğuş neye doğuş, kime doğuş ve neye göre, kime göre doğuştur. Yani esaslı bir doğuş bütün bu olguların gerçeğinde o muhteşem yokluğa doğuş olduğunda hem nokta hem çizgide hem yokta hem varda doğuştur. Ve o zaman "söz" beden almış hal gerçekleşir. Suretsizliğe suret noktada kendini ifşa edip çizgi üstünde yerini aldığında çizgideki diğer noktaları kendine çeker ve bir beden inşaa eder. Beden görünüşte hem maddedir hem mana çünkü bütün bu değerlendirmede suretsizlik maddeye isim veren, şekil biçen olduğu gibi mana da aslında bütün bunlara his katıp yorumlayandır. Böylesi bir harmoni içinde suretsizlik surette açılırken sureti de suretsize taşır. Ve böylelikle olması gereken döngü tamamlanır. Döngünün tamamlanması düşüncenin ışıması, işlevin işlev olması ve hayatın belirmesidir ki işte bu işleyişle yaşam haz üretir ve sonsuzlukta Yaratan'dan sonsuza dek haz alacak olanlar sözün doğuşunda Yaratan'a doğarak saran ışık itişinde döngüyü hazda tamamlarlar ve "yaşam olsun" yaşam olur.